Tai Chi kamplarında akşamları yanan bir ateşin etrafında oturarak zen hikâyeleri okuruz. Sıralı düşünmeye alışık zihnimizden çıkmak için harika birer kapı açar zen bakış açısı. Bizi zamansız ve kalıcı anlamlara sürüklerken, algımızın kabuğunu kırar. Başında oturduğumuz ateşin kıvılcımı kalbimizin içinde, göz bebeklerimizde parlar. Rutinin anlamsızlığa düşürdüğü hayatımızın içinden çıkarıp, her şeyin yerli yerinde durduğu anlamlı bir alana bırakır ruhumuzu. Bazı hikâyeler ilk bakışta anlaşılmaz. Birazdan aktaracağım bu çok eski zen hikâyesi de her seferinde önce şaşırtmış, sonra çok etkilemiştir dinleyenleri:
“Kırda giden birisi bir kaplanla karşılaşır. Kaçmaya başlar, kaplan da peşindedir. Bir uçurumun kenarına gelince, yabani bir sarmaşığa tutunup sarkıtır kendini aşağıya. Kaplan hala tepesinde dolanıp durmaktadır. Adamcağız titreyerek aşağı baktığında orada bir başka kaplanın onu yemek için beklediğini görür. Onu tutan tek şey yabani sarmaşıktır. Birden fark eder ki biri ak, biri kara iki fare sarmaşığı kemiriyorlar. Az ötede iri kıpkırmızı bir çilek görür. Sarmaşığı tek elle kavrayıp öbür eliyle çileği koparır. Öyle tatlı gelir ki çilek ona…”
Siz bu hikâyeyi nasıl anlamlandırırdınız? Okuyucu olarak her birinizin yüzünden geçen anlamları görme, sizinle karşılıklı konuşma imkânım yok ne yazık ki. Bu biraz yaşadığımız hayatın özeti belki de… Peşimizde bizi yakalamak üzere olan bir kaplan var. Her birimiz hayat denen sarmaşığın bir ucuna sıkıca tutunmuş, uçurumda sallanmış durumdayız. Bir beyaz bir siyah fare; gündüz ve gece. Her bir gün hızlıca tutunduğumuz zamanı kemirerek tüketmekte. Zaman tükendiğinde bizi aşağıda bekleyen kaplanın ağzına düşeceğiz. Aslında nerden bakarsak bakalım sınırlanmış durumdayız. Yukarı çıkamayız, sarmaşığı bırakmak sonu hızlandırır. Hayatta da aynı şekilde ne çok açmazımız var. Bizi zorlayan, köşeye sıkıştıran, yoran durumlar. Ne çok üzücü durum, olay var, hem kişisel hayatımızda hem de kolektif olarak maruz kaldığımız. Üstelik kolektif olarak maruz kaldığımız olayların büyük bir kısmı da etki ve yetki alanımızın dışında.
Ama tüm bu karanlık tabloya rağmen kırmızı çilekler de orada. Tüm bu açmazların ortasında ve “öyle tatlılar ki..” Yaşadığımız tüm acılara, düş kırıklıklarına, umutsuzluğa, yalnızlığa, çaresizliğe, kayıplara, başarısızlıklara... Birer kırmızı tat. Sıcacık sevgi dolu bir dokunuş, muhteşem gün doğumları ve batımları, yıldızlarla dolu gökyüzü, şarkı söyleyen bir kuş, bir kedi mırıltısı, teselli veren bir el, tam zamanında gelen bir yardım, anlayış dolu suskun bir bakış, saf bir çocuk gülüşü, acımızı-yaramızı saran bir kucaklayış, iyiye inancımızı doğrulayan tutumlar…
Hayat/Zaman vaktimizi kemirirken, gün ortasında karanlığı yaşadığımız çoğunluk zamana kırmızı çilek tadında serpiştirilmiş minicik ama görkemli anlamlar… Belki de kaplanın ağzına düşmeden tadına varacağımız tek anlamlı deneyim hayatın çilek tadındaki güzelliklerine uzanmak. Siz ne dersiniz?
Emel Eva Tokuyan
Facebook Yorum
Yorum Yazın