Bir de veda etme fırsatı dahi bulamadan elimizden kayıp gidenler var. Son sözünü söylemeden, helalleşemeden yitirdiklerimiz. Hayata verecek çok şeyi varken, son sözünü henüz söylememişken, ansızın bırakıp gidenlerimiz var. Birçok şeye hazırlık yapıyoruz kuşkusuz. Ama yine de hayat hazır olmadığımız bir yerden yakalıyor bizi ve kalakalıyoruz çaresizce acı bir şaşkınlık içinde. Gönülsüzce kabulleniyoruz, kabullenmek zorunda kalıyoruz zamansız vedaları…
Çocuğunu henüz kaybetmiş bir kadın gelir bilgeye ve bu dayanılmaz acısını dindirecek bir çare bulmasını ister. Bilge, kadından ölüm ve acının uğramadığı üç evden üç pirinç tanesi getirmesini söyler. Kadın tüm köyü, diğer köyleri kapı kapı dolaşır günlerce. Tükenmiş bir şekilde elleri boş döner gelir bilgeye. “Anladım” der, “Ne demek istediğini, anladım… Kaçınılmazdır ölüm.” Belki de en sarsıcı, en acı, en uyandırıcı hayatımızı en anlamlı kılandır ölüm.
Uğurlamak gerekir sevdiklerimizi keşkelere yer vermeden. Yaşam yoluna verdiklerinden müteşekkir olarak. Gülümseyerek ve güzel olan için ektiği her tohumun kıymetini bilerek. Bıraktıkları iyi anıları ve sevgiyi kalbimizde taşıyarak yolculuğunun iyi geçmesi dileği ile vedalaşmak…
Ve bu sarsıcı öğretmenle karşılaştığımızda; kendi adımıza yapıp-yapmadıklarımızı, hayatımızı yeniden sorgulamak… Kendimize sormak gerekir geride bitmemiş işler bırakmamak adına hayat nedir? Ölüm ne? Yaşıyor muyuz gerçekten? Nefes alıp-vermek mi yaşam? Değer mi üzüldüğümüz her şey üzülmeye? Sorun diye geçici olanı büyütmeye? Uğruna çabaladıklarımız değiyor mu emeğimize? Şimdi ve buradaysak önemli olan ne? Yapmak üzere doğduğumuz şeyi yapıyor muyuz gerçekten? Mademki değişmezdir doğanın yasası, mademki bilemediğimiz bir anda duracak bizim için yaşamın miadı, kırmalar, kırılmalar, ertelediğimiz başlangıçlar, yarına bıraktığımız adımlar niye…
“Ölüm, sizi dolu avuçlarla yakalamasın”* diyen filozofun sözüne kulak vererek, bizim avuçlarımızda her ne varsa HAYATI ONURLANDIRMAK için hayata sunmak gerekir henüz dolmadan zaman. Çünkü yaşam ve ölüm bir paranın iki yüzü gibi olsa da HAYAT tektir.
Çocuğunu henüz kaybetmiş bir kadın gelir bilgeye ve bu dayanılmaz acısını dindirecek bir çare bulmasını ister. Bilge, kadından ölüm ve acının uğramadığı üç evden üç pirinç tanesi getirmesini söyler. Kadın tüm köyü, diğer köyleri kapı kapı dolaşır günlerce. Tükenmiş bir şekilde elleri boş döner gelir bilgeye. “Anladım” der, “Ne demek istediğini, anladım… Kaçınılmazdır ölüm.” Belki de en sarsıcı, en acı, en uyandırıcı hayatımızı en anlamlı kılandır ölüm.
Uğurlamak gerekir sevdiklerimizi keşkelere yer vermeden. Yaşam yoluna verdiklerinden müteşekkir olarak. Gülümseyerek ve güzel olan için ektiği her tohumun kıymetini bilerek. Bıraktıkları iyi anıları ve sevgiyi kalbimizde taşıyarak yolculuğunun iyi geçmesi dileği ile vedalaşmak…
Ve bu sarsıcı öğretmenle karşılaştığımızda; kendi adımıza yapıp-yapmadıklarımızı, hayatımızı yeniden sorgulamak… Kendimize sormak gerekir geride bitmemiş işler bırakmamak adına hayat nedir? Ölüm ne? Yaşıyor muyuz gerçekten? Nefes alıp-vermek mi yaşam? Değer mi üzüldüğümüz her şey üzülmeye? Sorun diye geçici olanı büyütmeye? Uğruna çabaladıklarımız değiyor mu emeğimize? Şimdi ve buradaysak önemli olan ne? Yapmak üzere doğduğumuz şeyi yapıyor muyuz gerçekten? Mademki değişmezdir doğanın yasası, mademki bilemediğimiz bir anda duracak bizim için yaşamın miadı, kırmalar, kırılmalar, ertelediğimiz başlangıçlar, yarına bıraktığımız adımlar niye…
“Ölüm, sizi dolu avuçlarla yakalamasın”* diyen filozofun sözüne kulak vererek, bizim avuçlarımızda her ne varsa HAYATI ONURLANDIRMAK için hayata sunmak gerekir henüz dolmadan zaman. Çünkü yaşam ve ölüm bir paranın iki yüzü gibi olsa da HAYAT tektir.
Facebook Yorum
Yorum Yazın