Kaç kere izlesem her seferinde büyülendiğim “İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ve ilkbahar” filmini bir kez daha izledim ve yine başka ayrıntılar, görüntüler, sorular, anlamlar günlerce zihnimde dolaştı durdu. Bir film nasıl bu kadar az söze sahip olurken sayfalarca anlatılabilecek zengin bir anlama sahip olur? (Güney Kore sinemasının bol ödüllü bu filmini izlememiş ve izlemeye niyeti olan var ise yazının bundan sonraki kısmını izledikten sonra okumalarını öneririm.)
Beş bölümden oluşan film ilkbahar ile başlar. Filmin açılışında büyük çift taraflı kapı aralanır ve gölün ortasındaki minik mütevazı tapınağı görürüz. Tapınakta yaşlı bir Budist keşiş ve küçük bir çocuk yaşamaktadır. Çocuk hayatının ilkbaharındadır ve yaşlı keşiş ona bir yandan babalık ederken bir yandan Budist öğretilere göre yetiştirmektedir. Küçük çırak bir gün kayığa atlayıp ot topladıkları dağlara gider. Eğlence olsun diye yakaladığı balığa, kurbağaya ve yılana ip ile taş bağlar. Hayvanların hareket edemiyor oluşu ile eğlenir. Ustası ise onu gözetlemektedir. Küçük çırak o gece uyurken ustası bir ip ile taş bağlar beline. Sabah güçlükle yatağından kalkan çocuk ustasından beline bağladığı taşı çıkarmasını ister. Ustası ise “Senin taş bağladığın hayvanlar da aynı acıyı çekiyor. Gidip onları özgür bırak ancak o zaman senin belindeki taşı çıkarırım” der. Ve ekler “Eğer o hayvanlardan biri bile ölmüşse o taşı ömrün boyunca kalbinde taşıyacaksın” ve çocuk bin bir güçlükle bir gün önceki yerlere gider. Sadece kurbağa yaşamaktadır. Balığın ve yılanın ölümü onu hıçkırıklara boğar. Hayatın ilk büyük dersini almıştır küçük çırak. Ektiklerinin sonuçları, yaşamın her can için kutsallığı kalbinde taşıyacağı taşın uzun yıllar sonra gelecek telafisi ile ilkbahar sona erer.
Ve yaz başlar çırak büyümüş delikanlı olmuştur. Bir gün, hasta bir genç kız ile annesi tapınağa gelirler. Anne ustadan kızını iyileştirmesini ister. Usta da kabul eder, anne tapınaktan ayrılmadan önce sorar:“İyileşecek mi?” Usta: “Ruhu acı çekiyor. Ruhu huzur bulduğunda bedeni sıhhate kavuşacak” der. Geleneksel tıbbın bütüncül yaklaşımı ile hem bedenine iyi gelecek şifalı otlar hem ruhuna iyi gelecek ibadetler ile dinlenerek zamanını geçirir genç kız gün geçtikçe iyileşir. Bu arada bizim delikanlı kızdan gözlerini alamaz ve ilgisi gittikçe artar. En sonunda ormanda gizlice birlikte olurlar. Aşk ve tutku dolu genç keşiş ilk gün oturmasına izin vermediği kutsal taşı bile temizleyip oturmasına izin verir. Öncelikleri değişmiştir. Dünya onun için genç kızın etrafında dönmektedir. Bir tapınakta, en derin öğretileri alarak büyümüş olsan da insani arzular ve onun getirdiği mutluluk ve acılar gün ışığına çıkmak ve bizi sınamak için eşikte beklemektedir. Dünyadan uzak gibi duran münzevi yaşam dahi girmediğin sınavdan seni geçirmez. Nitekim iki genç arzu dolu bir geceyi de kayıkta geçirince yaşlı usta çıplak uyumuş kalmış iki genci görür ve kayığın tıpasını çıkarıp su dolmasını sağlayarak onlara küçük bir ceza vermiş olur. Ertesi gün ise genç kıza artık iyileşmiş olduğunu söyleyerek evine yollar. Delikanlı çırak ustasında özür diler onsuz olamayacağını onu göndermemesini söyler. İnsan ruhunun derinliklerini tanıyan usta ise şunu söyler: Sahiplenme tutkun uyandı yalnızca ve bu da öldürme isteği uyandırır” der. Ancak genç çırak bu duruma katlanamaz ve yanına Buda heykelini ve tapınakta bulunan horozu alarak hocasıyla vedalaşmadan kızın peşinden gider.
Sonbahar gelmiştir. Usta iyice yaşlanmıştır artık. Yiyeceğine sarılı bir gazete parçasında çırağının resmini görür. Haberde otuz yaşlarındaki genç bir adamın, karısını öldürdükten sonra kaçtığı yazmaktadır. Usta öğrencisinin oraya geleceğini bilir ve hazırlık yapar. Öfke, hırs, acı dolu bir halde hocasının yanına döner çırak. Ustası sorar “Ne öğrendin? Erkeklerin dünyasını tanıdın mı?” (Dünyanın çürümüş yönleri ancak bu kadar yalın bir soru ile özetlenebilir) Çırak “Tek suçum sevmekti. Ama o başkasına kaçtı” Ustası “Çok mu acı çekiyorsun? Bilmiyor musun? Sen neyi beğenirsen herkes onu beğenir.” Sonrasında çırak Budist geleneklere göre intihar girişiminde bulunur ve hocası son anda onu kurtarır. Çırağının ruhunu huzura kavuşturacak “ Kalp Sutrası” nı tüm terasa beyaz kedinin kuyruğunu mürekkebe batırıp yazar ve bıçakla kazıma ödevi verir. Bu esnada onu götürmek için iki polis tapınağa gelir. Ancak hocası ödevini bitirmesini beklemelerini söyler. Kazıdığı her bir isimle kalbindeki acı, öfke, hırs yerini huzura bırakır. Gün ışıyana kadar durmaksızın devam eder delikanlı ve bittiğinde sızar kalır. Polislerle delikanlı kedi ile birlikte gittiğinde, Usta ölme vaktinin geldiğine karar vererek kendini geleneğe göre sandalın içinde yakar.
Kış başladığında her yer buz tutmuştur. Genç keşiş olgunlaşmış ve hayatı anlamış bir halde tekrar tapınağa döner. Hocasının ölmüş olduğunu fark eder ve ondan geriye kalan dişlerini bulur. Kırmızı bir mendile sarıp buzdan bir buda heykeli oyup ağzına koyar. Her gün onun yanında meditasyon ve egzersiz yapar. Bir gün yüzü kapalı genç bir kadın küçük bir çocuk ile tapınağa gelir. Gece çocuğu bırakıp tapınaktan kaçarken buza düşer ve ölür. Ertesi sabah keşiş kadının cesedini bulur ve gömer. Ardından sırtına taş bağlayarak Buda heykelini yanına alır küçük bir çocukken eziyet ettiği hayvanların olduğu yerlerden geçerek dağın zirvesine kadar çıkar. Yıllardır kalbinde taşıdığı taşı belinde taşıdığı ve artık telafisini tamamladığı bir yürüyüştür bu. Zirveden gölün ortasında minicik görünmektedir tapınak. Buda heykelini zirveye diker ve meditasyon yapar. Artık bedeller ödenmiş, hesaplar kapanmış, taşıyacak taşları kalmamıştır.
Ve Yeniden ilkbahar geldiğinde orta yaşlarında bir usta olmuştur. Çocuk ise yedi yaşlarında minik bir çırak. Ve çırak bir gün tapınaktan çıkar. Balık, kurbağa ve yılanın ağzına taş tıkar ve bununla çok eğlenir. Hayatın öğrenme basamakları ile döngüsü yeniden başlamaktadır. İnsan olmanın kaçınılmaz basamakları her nerede ve zamanda olursak olalım işler….
Gören gözler için sayısız detay, duyan kalpler için derin mesajlar var filmde kuşkusuz. (Hayvanların sembolojisi, tapınağın sadeliği-bölmeler, öğretilere atıfta bulunan pek çok minik detay…) Bu ve benzer muhteşem filmleri yazan yöneten harika insan Kim Ki Duk’u geçen yıl malum hastalıktan kaybettik ne yazık ki. Bu filmin” “kış ve ilkbahardan” oluşan son iki bölümünde kendisini görebilirsiniz. 1960 yılında Güney Kore’nin bir köyünde doğan Duk, yoksulluktan okulu bırakıp fabrikalarda işçilik yaptı. Sonrasında beş yıl asker olarak çalışıp, otuz yaşında sanat eğitimi almak için Paris’e gitti. Orada resim yapıp satarak geçindi. (Bu filmin son kısmında küçük çocuğun kara kalem resmini yaptığı sahneye dikkatinizi çekmek isterim. Bunun yanı sıra filmlerinde her bir karenin görsel şölene dönmesinde de sanat eğitiminin payı yüksek)
Otuz üç yaşında ülkesine dönen Duk inandığı hikâyeleri, yaşantısından gelen derin gözlem gücü ile birleştirerek senaryolar yazmaya başladı. Bir yarışmada yazdığı iki senaryo birden ödül aldı. Hiçbir zaman sinema konusunda eğitim almamış olan bu sıra dışı yönetmen ardında birbirinden güzel filmler, binlerce hayran, insan ruhuna ve topluma dair pek çok sorgulama, bolca sevgi bıraktı.( *)
Emel Eva Tokuyan
* https://www.youtube.com/watch?v=V7lJ0XQx1vw&t=1802s 17.49 dk Kim Ki Duk röportajı var meraklılara öneririm.
Facebook Yorum
Yorum Yazın