Kalabalıklarda, yalnızlığı renkli maskelere sararak ilerliyoruz. Bu ilerlemeden çok bir savrulma ya da sürüklenme. Uyaranların çokluğu bizi diğerlerinden ayırdığı kadar kendimizden de ayırıyor. Mutlu olmak, varlığımızı anlamak-anlatmak, sevilmek ve nihayetinde iyi hissetmek istiyoruz. Su kadar, yemek kadar ihtiyaç onlar da… Var olmak, iyi hissetmek, mutlu olmak.
Oysa ne içindeyiz kendi hayatımızın, ne dışında. İlişik bir şekilde, kıyısında duruyoruz. Önceyi, dünü, bugünü bir araya getirip bu örgünün anlamını sormamak, anlam ve zemin kaybına uğramamıza neden oluyor. Ve bu önemli kayıp bizi olmaktan ziyade –mış gibi yaşamaya ittiriyor.
Soru neydi? İyi olmak mı? İyi gibi görünmek mi? Mutlu olmak mı? Mutlu görünmek mi? Görünme konusunda hiç sıkıntımız yok. Yüzeysel “like”lar, içte olan kopukluk, çürümüşlük ve boşlukla karşılaşmaya ustalıkla perde çekiyor. Kişisel tatmin, duyusal zevkler, klavye kahramanlığı, vitrini düzenlemek bizi mutlu da etmiyor iyi de hissettirmiyor. Oyalıyor, eğliyor, yanılsamaya kapılıp gidiyoruz.
Hangi zamanda yaşarsak yaşayalım bilenler “insanın fabrika ayarlarına dönmesinin, iyi olmasının” bir seçenek değil zorunluluk olduğunu söylüyor. İyi görünmek değil, iyi olmak. Kişisel mutluluğun eşya gibi sahiplenilecek bir şey olduğu yanılgısından uyanmak. Mutlu olmanın biricik vazgeçilmez koşulunun “mutlu etmeyi öğrenmek” olduğunu anlamak… Kelimeler basit değil mi? Anlar gibi oluyoruz. Ama bilmek yapmaktır. Yapmıyorsak hala daha anlamadık ve bu kadar çok mutsuz kişi varsa, bencillik kabuğunu kıramadık demektir. Dünyanın en eski destanı olan Mahabharata’nın* da anlattığı gibi fabrika ayarlarından uzak düşen ve benciliği ile kör olmuş insan en mutsuz insandır.
En yakın somut örnekten başlayacak olursak; İzmir depreminin hemen ardından sosyal medyada birçok haber uçuştu: Ücretsiz nakliye yapacağı vaadiyle boy boy reklamını yapan firmalar para istedi. Eşya, giyecek, barınak yardımı yapacağını duyuranların birçoğu asılsız çıktı. Kim daha duyarlı yarışı yapan taraflardan birbirine sataşanlar oldu. Ya da yardım eder görünüp boy boy fotonun ardından kayboldular. Bu duruma, zaten çok maddi-manevi kaybı ile sarsılmış, yarasını nasıl saracağını bilmeyen mağdurlar acıyla tanık oldu. İnsan birçok şeyi kaybedip yeniden başlayabilir kuşkusuz. Ancak inanı değerlere ve anlama dair kaybın telafisi çok güç. İnsanların içindeki iyiye dair son umut kırıntıları da “görünmek” üzerine kurulu çarkın dişlileri arasında ufalandı. Bu iç deprem, dış depremden çok daha acı verici.
Bu filmi düzenlediğimiz sosyal kampanyalarda da defalarca gözlemiştim. Duyuru yaptığınızda, ne harika bir şey yapıldığının söylenmesi, alkışlanması, destek olunur gibi görünmesi vaatlerde bulunulması. Ama siz yola çıktığınızda ve Timur’la görüşmeye giden Hoca Nasreddin gibi, bir avuç insanla kampanyayı gerçekleştirmeniz. Trajikomik.
Sorsanız, herkes her şeyi biliyor. Var olan durumdan herkes şikâyetçi. Herkes çevreci, yardımsever, hayvanlara-suya-toprağa-kadınlara-çocuklara duyarlı, eşitlikçi, adaletli, nazik, kibar olduğunu düşünüyor. Herkes dünya daha iyi bir yer olsun istiyor. Tabi bu vitrin açısından çok puan toplayan söylemler. Ancak olmanın yolu yapmaktan geçer. Kendisinden başkasını düşünmeyen insan en mutsuz insandır. Bir başka varlığın hayatını güzelleştirmek için, kimse görmese ve bilmese bile küçük bir adım atmamış insan en bencil insandır. Başkasına verirken, fazla olandan kurtulmak için değil de diğer kişiyi layık görerek en iyisini sunmayan insan en haris insandır.
İyi hissetmek mi? İyi olmak mı? Mutlu görünmek mi? Mutlu olmak mı? Var olmak mı? –Mış gibi yaşamak mı? Eğer düşünürsen bunlar seçenek değil. Fabrika ayarlarına dönmek için defalarca geçmek zorunda kalacağımız basamaklar sadece… Şimdi bak kendine ve sor: Varlığın bu hayatta kime, neye, hiçbir şey beklemeden sundu ömrünce?
Emel Eva Tokuyan
*Mahabharata, can yayınları
Facebook Yorum
Yorum Yazın