Yağmur sonrası, kurşuni ve bulanık bir hal almış deniz, kendine ait olmayan ve fütursuzca fırlatılan poşet, şişe, ambalaj kağıtları, bilumum kıvır zıvır nesneyi kıyıya vurmuş. Kıyısında gelip geçenlere bir açık hava sergisi açmışçasına birbiriyle ilişkisiz nesneleri devindiriyor. “Ey insan, bak bunlar bana ait değil, hepsi sana ait ve bu nedenle sana iade ediyorum” diyor ve devam ediyor hal diliyle konuşmaya: “ İşte bu içime attıkların, her biri senin ne olduğunun, kim olduğunun göstergesi. Kendine de saygın yok, başka yaşam türlerine de… Yapıp ettiklerinin sorumluluğunu üstlenmiyorsun. Bu çirkin görüntü yüzünü buruşturuyor, kafanı çeviriyorsun. Burada yaptığın gibi tüm yaşamında da ektiklerinin sonuçları ile karşılaşmaya ne niyetin var, ne tahammülün. Çok zorunda kalırsan ya bir sorumlu bulup günah keçisi ilan etmeye ya da ağlanıp sızlanmaya, kendine acımaya başlıyorsun. İstiyorsun, hep istiyorsun. Üstelik sahip olunca da kıymetini bilmeden, anlamadan kısa sürede çer çöpe çeviriyorsun eline geçeni. Oyuncak dükkanına dalmış uçarı bir çocuk gibi dünya içindeki yaşayışın. İlgini çeken bir oyuncaktan diğerine tüm paketleri açıp darmadağınık bırakıp hiçbirinden bir şey anlamadan koşuyorsun çılgınca. Oynamak, bağ kurmak, anlamak değil her birine de dokunmak, her birine de sahip olmak içgüdüne yeniliyorsun her defasında, üstelik bu yenilgiyi zafer sanarak. Zaferin öyle çürümüşlük ve anlamsızlık dolu ki kazanarak kaybediyorsun anlamlı her şeyi. Burada bana yaptıkların beni çöple doldurmak, bunu umursamamak ve sonra güzel, iyi, doğal ne varsa hunharca çiğneyip tükürmeye devam etmek… Bana bak ey insan! Ben buradayım ve bu gördüğün senin aynan sadece. Sevmeyi bilemeyişinin, anlamı yitirmenin, kıymet vermeyişinin, kaybolmanın, her şeyi bilirim sanmanın, çocukluğunun belgesi tüm bu gördüklerin…”
Başımı kaldırıp etrafa bakıyorum onu duyan, dinleyen var mı diye? Her yaştan insan, dar alanlarda daralan içini de yanında taşımış sahile. Az ilerde bomboş bir bankın kenarına ilişmiş orta yaşlarda bir kadın görüyorum. Sanki kendisine dünyada bir yer bulamayışının, bulduğu yeri sahiplenemeyişinin, bir ifadesi gibi eğreti oturmuş. Gözleri şiş, uzaklara takılı, yüzünde uzun süredir yaşanmış zorlukların açtığı çizgiler ve keder dolu bir ifade. Bir anda onun beş yaşındaki hali nasıldı? sorusu düşüyor aklıma. Küçük bir kız çocuğu, oyun, neşe, şeker ve balondan ibaret günler olsa gerek, geride kim bilir? Ama şimdi umutsuz, mutsuz bir yüzle, kafasının içinde boşluğa yayılan bir dolu cümle, yorgun bakıyor etrafındaki hiçbir şeyi görmeden, endişeyle.
Birkaç ergen geçiyor yanımdan, patenlerinin üzerinde kayarak. En fazla on üç, on dört yaşlarındalar. Kız “ Mecnun patenin zevkini bilseydi, Leyla’nın peşine düşmezdi” diyor, bilmiş bir edayla. Diğer iki erkek çocuk, kıza meyilli belli. Ama kız ikisine de yüz vermiyor. Akıp gidiyorlar…
Üç erkek yan yana oturmuş denize bakıyor, ikisi de kendi alemine dalmış. Hemen ayak diplerinde bir erkek ve kız karşılıklı oturmuş. Erkek anlamaya çalışan gözlerle kızı dinliyor. Kızın yüzünde hayatın şifresini çözdüm eminliği her kelimesini basarak yüksek sesle konuşuyor “Yaşadığın her şey senin parçan, onu kabullen, içine al, reddetme….” Kız erkeğin üzerindeki kendi gücünden sarhoş bir coşkunlukla konuşuyor. İçimden tebessüm ediyorum. Ahh çocuğum henüz yirmili yaşlarda bile değilsin, ne eminsin her şeyi bildiğinden. Yaşam bildiğimizi sandığımız şeylerden bihaber olduğumuzu ne yaratıcı bir şekilde yüzümüze vurup da sınıyor bizi bir bilsen diye geçiriyorum. Bu kadar eminlik, kesinlik ancak hamlıkla mümkün.
İlerliyorum… Bağlama ve gitara naif bir kadın sesi eşlik ediyor. Denize arkasını dönüp kenara ilişmişler. Kalpten geliyor müzikleri belli. Önlerinde çalgılarının kılıfları açılmış, birkaç kağıt, beş on tane madeni para saçılmış, gelip gidenler tarafından. Karşılarında çok çocuklu bir aile, evlerinin oturma odasında gibi yayılmış. Çekirdeklerini çitleyip, halk türkülerini dinleyip, gelip, geçene bakıyorlar boş boş. Birçok şeyle ilişkimiz kendimizle ilişkimize benziyor. Biz ne kadar derinsek o kadarını anlıyoruz karşımıza çıkan her şeyin. Ve zavallı öksüz çocuk sanat, anlayanı da alıcısı da pek az. Oysa onun zarif elleriyle şekillenmeye ne de çok ihtiyacımız var.
Üç dört genç aheste adımlarla geçiyor yanımdan. “Abi kitap okuyor musunuz?” diye soruyor biri diğerlerine. Diğerleri de burun kıvırıyor “Test çözüyorum, yeter” diye yanıtlıyor biri. “ Paragraf sorularını, kitap okumazsak, çözemeyiz “ diyor ilk konuşan. Kitap okumanın gerekliliği konusunu nereye vardırdıklarını öğrenemeden akıp gidiyorlar. Kitaplar da payını alıyor her şeye çıkarcı, kullanmak üzere olan bakışımızdan. Çok minicik bir kısmımız gerçek okuyucu zaten. İşin kötü tarafı bilgiyi enetellektüel olarak bilmeyi, bilginin kendisi olmakla karıştırmak gibi bir zafiyetin içinde çoğumuz.
Sevgililer, aileler, arkadaşlar… Kendi hikayelerini yazarak geçiyorlar etrafımdan… Hafif rüzgarın dokunuşu ile eğilen ve ışıkta yıkanan otların ardında yükseliyor güçlü ağaçlar gökyüzüne doğru. Her biri kendi yolunu arayan onca ruha yıllardır tanıklık etmekten bilgeleşmiş. Biz geçtikten sonra da hikayelere tanıklık edecek ağaçlar. Bir tek şeye bakıp, her şeyi anlayabileceğimiz, yeryüzü ve gökyüzü arasındaki boşlukta bir denge kurup kendimize benzeyeceğimiz zamana kadar…
Emel Eva Tokuyan
Yine harika bir yazı olmuş. Eline, emeğine sağlık. Sevgi ve selamlar
Cok farkettirici bi yazi olmuş. Tesekkurler
Yine harika bir yazı olmuş, eline ve emeğine sağlık. Selamlar.
Elinize saglik ilgiyle takip ediyoruz