Beyin alanındaki çalışmaları ile tanınan Sinan Canan bir konuşmasında; “Konfor çürütür.” diyordu. Konforu elde edilmesi gereken bir nihai hedef olarak sunan günümüz argümanına taban tabana zıt bu söylem ortalama insan için çok sarsıcı. Öyle değil mi? Sopanın ucunda bulunan hiç yakalamadığımız kemik gibi “konfor” Her şeyin kolay, rahat, zahmetsizce olabildiği bir dünya masallarda bile yokken nasıl bu beklenti ile hareket edip, ayağımıza taş deyse acıların çocuğu kıvamına geliverişimiz trajikomik değil de ne?
Fiziksel doğumumuzun ardından “insan” olabilmemize uzanan yolda çalışmak, çabalamak, anlamak, büyümek, yürümek, düşmek ve yeniden ayağa kalkıp yürümek var. Üst üste koyduğumuz tecrübelerle “insan” basamağına doğru ilerlemek. Konfor alanı bulup da oraya yapışıp kalmak, durgun bir havuzda salınmaktan başka bir şey değil, gerçekte. İnsan başka türlü öğrenmiyor. Ne aklının, ne duygularının ne de fiziğinin perdeleri ve sınırlamaları meydan okuma girişimlerinden bağımsız açılmıyor. Hayran olduğumuz ve fiziksel olarak olmasa da fikirleri ile yaşayan ölümsüzler, biz ortalama insanlardan daha fazla konfor alanından çıkmaya, meydan okumalara, bedellerini ödemeye cüret etmişler. Cüretleri oranında ölümsüzler ve aynı oranda insanlar. Her birimiz kişisel hayatımızda acı verici zorluk deneyimlerinden geçerken haksızlığa uğramışlık hissi yaşıyoruz. Küçüğüz, büyümekte de ayak diretiyoruz. Ama başıma neler geldi, ama en çok ben zorluk çektim, ama hiç hak etmedim, ama her şey beni buluyor ama… vb vs. Kültürel tabanımıza sızmış arabesk sazımız biteviye çalıp duruyor böyle.
Hayran olduğum insanların hayatlarına bakıyorum. Bir tanesinde bile konfor bulamadım. Ne düşünce alanında, ne sanatta ne sporda, ne bilimde… Demek istemiyorum ki ille de büyüyeceğiz diye gidip kendimize bir zorluk çıkaralım. Hayat doğal olarak kendi sınırlarımızı bir tık aşmak için karşımıza bazı zorluklar zaten çıkarıyor. Demem o ki onları ağlanarak karşılayıp, sınırlı zamanı yok yere tüketmek yerine bir basamak atlamak için kullanmak üzere harekete geçmeyi bilelim. Acıyı ve üzüntüyü yok saymak düşen bir çocuğun kanayan dizlerine bakıp bir şey olmadı ki demesine benzer. Ki bu da bir başka kaçıştır. Zorluğun ve acının gözlerinin içine bakmak, anlamak, gereğini düşünüp ona en uygun dönüştürme aracı ile karşılık vermek. Yanmadan Ol’unmuyor. Tabi Ol’mak gibi bir derdimiz var ise… Nesne gibi durup, geçip gitmek amacında olanlara diyecek sözümüz yok kuşkusuz.
Çok sevdiğim bir filozofun hayatından yaşadığı krizleri paylaşmak isterim. Kuşkusuz biz Sokrates değiliz. Bu nedenle sanıyorum ki hiçbirimizin krizi de onunki kadar büyük değil. Bizim kendi küçük krizlerimizle başa çıkmak için ilham olması dileğiyle:
“Socrates'in öğrencisi Alcibiades, sitenin en zengin ve en önemli ailesine mensuptu; doğal olarak da çok üst düzey bir politik kariyere, hatta Perikles’in halefi olmaya adaydı. Bize aktarıldığı kadarıyla, bu genç adam bir tanrı kadar yakışıklı, olağanüstü yetenekliydi. Sokrates’in hayal ettiği özelliklere sahip bir filozof adayıydı. Sokrates ona erdemin pratiğini, kendi kendine hâkim olmayı ve uyumlu bir yaşamı öğretmeye çalıştı; genç adamın cehaletini keşfedip, filozofluk yolunda ilerlemesine ön ayak olmak için yirmi yılını verdi. Sokrates ona, bundan böyle herkesin kendi yolunu izlemesi gerektiğini söylediğinde ise kendisi kırk sekiz, genç adam ise otuzunun altındaydı. Alcibiades, bundan sonra, Sokrates’ten uzaklaştığı ölçüde kendi gerçek kişiliğini ortaya koydu. Ne var ki bu sürecin sonunda, Alcibiades işi Atina’ya ihanete kadar götürdü ve Perslerin yanına sürgüne gönderildi. Zira o tavır ve düşünceleriyle Atinalılar için farklı bir kişilik olarak ortaya çıkmıştı; iktidar için iktidarın, yarışmanın şan ve şerefin ve varlığın peşine düştü. Bu haliyle Sokrates’in öğrencisi olmaktan uzaklaşan Alcibiades, tıpkı onun ters gölgesi gibiydi. Yakışıklı fakat kokuşmuş; yetenekli fakat beceriksiz; cesur fakat alçak… Böylece Sokrates için yirmi yıl süren bir çaba yıkımla sonuçlanmıştı.
Sokrates bu deneyim ile eğer bir kişi gelişmeyi reddediyorsa, en yüksek erdem örneği, en iyi eğitim ve en büyük şefkatin sonuçsuz kalacağını anlar. Aşk ve erdem asla aktarılamaz; bilinebilir ancak başkası bilge yapılamaz; ahlaklı olunabilir ancak bir başkası ahlaklı kılınamaz. Bir başkasına yardım edebilmenin koşulu, o kişinin daha iyiye yönelme isteğinin bulunmasıdır.”
İkinci kriz: Delf Kehaneti; En bilge kişinin Sokrates olduğunun söylenmesi üzerine nasıl olup da en bilge olduğuna akıl sır erdiremez ve yolculuklara çıkarak, alanlarında en usta denilen kişilere sorular sorarak cehaletlerini ortaya çıkarır. En sonunda anlar ki hiçbir şey bilmediğini bilen tek kişidir. Onu farklı kılan cehaletinin farkında olmasıdır. Cehaletini kabul etmek bilgelik aşkının kapılarını açar."
Üçüncü Kriz: Tüm söyemlerinde aklı kullanmaya düşünmeye davet eden Sokrates epeyce düşmen biriktirir. Gençlerin ahlakını bozduğu gibi saçma bir iddia ile ölüme mahkum edilir. Karısı: “Sokrates, seni haksız yere öldürüyorlar” diyerek ağlarken “ Ne yani haklı yere mi öldüreleseydim” diyecek ve öğrencilerinin kaçma teklifini red edecek kadar soğukkanlıdır. Son anına kadar ders vermeye devam eder. Annesinin yaptığı ebelik mesleğini yaptığını dile getiren Sokrates: “O bedenleri, ben ruhları doğuruyorum” demiştir. Baldıran zehrini, şerbet gibi içer. Bize kullanmamız gereken iki muhteşem aletin ( Akıl ve İrade ) hatırlatıcısı olarak sonsuza dek yaşamaya devam eder.
Emel Eva Tokuyan
Teşekkürler. Muhteşem