Bir hikâye anlatacağım, eski bir hikâye ama binlerce yılki yeryüzü konukluğumuzda hep kendini tekrarlayıp, yeni giysilerle karşımıza çıkan eskimeyen bir hikâye:
“Çingene İzergil, akşam vakti önünde alabildiğine uzanan stepe bakmaktadır. Güneş tamamen battıktan sonra stepte yer yer parıldayıp sönen ışıklar görülmeye başlar. Belki çürümekte olan fosforlu bazı bitkiler belki de ateş böcekleridir bu ışıltıyı yayan. Ama İzergil steplere doğru bakar ve “Danko’nun kalbi parlıyor” der ve anlatır: “Vaktiyle bir kabile, düşmanlarının önünden kaçarken bir ormana sığınır ancak yollarını kaybederler. İlerledikçe bataklıklara saplanırlar. Kurtarıcı olarak öne atılanlar da hüsrana uğrarlar. Hatta bazıları kurtarmak istedikleri ancak korkudan çılgınlaşan insanların öfkesi ve şiddeti altında can verir.
Nihayet Danko adındaki bir genç ileriye atılır. “peşimden gelin, sizi kurtaracağım” der. Kimse inanmaz. “Bizi nasıl kurtarırsın?” diye ona da hücum etmek isterler. O zaman Danko, pençesini kendi göğsüne daldırır. Kalbini koparır. Havaya kaldırır. “İşte bununla” diye yanıtlar. Bakarlar ki Danko’nun kalbi alev alev yanmaktadır. Orman aydınlanır. Bir süre sonra yol bulunur. Kabileden sağ kalabilenler bir süre sonra güneşli bozkıra ulaşır. Herkes çılgınca oynar, sıçrar.
Ama Danko unutulmuştur. Onu kimse aramaz. Nihayet gün inip step kararınca Danko’nun kurtardıklarından biri, stepin bir kenarında, yerde yanan ışıldayan bir şey görür. Ona yaklaşır ve kayıtsızca ayaklarıyla ezer. Işık parçalanır, ama sönmez, öylece bozkıra dağılır.
İşte bu Danko’nun kalbidir. Peşine taktıklarını karanlıktan kurtaran Danko, onları bozkıra ulaştırdığında artık takatinin sonuna gelmiş, toprağa düşmüştür. Kalbi hala elindedir. Güneş batıp da step kararınca, toprağın üzerinde yanan ve umarsızca basılıp, ezilen Danko’nun kalbidir.”
İşte İzergil’in akşam olunca bozkıra bakıp da “Danko’nun kalbi parlıyor” dediği ışıltılar, o kurtarıcı insanın kalbinden, dünyaya kalan fakat ebediyen sönmeyecek ışıklardır…”*
Bu eskimeyen hikâyeden birçok anlamlar çıkar kuşkusuz. Penceremiz ne kadar büyük ve derin ise söylediği o denli çok şey var. Penceresi olmayanlar içinse suskun, sözü olmayan bir hikâye bu… Okunmasa da olur.
Kaç bin yıldır varız dünyada? Yeryüzü konukluğumuzda büyüyemeyen çocuklar gibiyiz. –mış’lı zamanlar olmuş, “insan” olmanın hakkını verdiğimiz. Gökyüzünün yasasını, yeryüzünün yasasını anlayıp onunla uyum içinde ilerlediğimiz zamanlar olduğunu söylerler. Kim bilir, belki de gerçekleşmesi umuduyla inancımızı taze tutmak için anlatılmış tatlı bir masal geçmişteki o her bir şeyi anladığımız, doğru yaptığımız nadir zamanlar.
Öte yandan, –di’li geçmiş zamana da tanık değiliz hiçbirimiz. İkincil ağızdan ve gözden anlatılmadı hiç gerçek bir hikâye. Şimdiki zamanda ise tıpkı, İzergil’in anlattığı kabile kadar ilkeliz. Modern çağın içinden geçerken helal getirmiyoruz ilkelliğimize. O kadar inandırdık ki kendimizi ilerlediğimize. Ne görüyoruz ne de anlıyoruz tutsak ilkelliğimizi. Onlar gibiyiz oysa. Acıdan ve esaretten kaçarken, karanlıkta kaybolan; Kaybolmakla kalmayıp bataklığa saplanıp kayıplar veren; kayıplarla kalmayıp umudunu kaybederek korkudan çılgına dönen ve ne yaptığını bilmez bir halde kendisine ışık tutanı umarsızca yok eden o kişiler gibiyiz. Her birimiz teker teker ve topluca aynı tekrara düşmekteyiz. Altın bir kalbi umarsızca yok etmekteyiz… Kurtarıcı beklemekteyiz. Ama ne demişti eskiler? Kurtarıcı yok ise kurtarıcı siz olun! Yoksa…
Emel Eva Tokuyan
*Tek Adam, Şevket Süreyya Aydemir’in kitabındaki dipnotta anlatılan, Maksim Gorki , izergilin Masalları’ndan alıntıdır.
Facebook Yorum
Yorum Yazın