Motosikletine taktırdığı ek ses arttırıcı hali hazırda var olan şehrin gürültüsünü öyle bastırmıştı ki, günlük koşturma telaşında olan, etraftaki kalabalık dönüp, ona baktı. Otuzlu yaşların başındaki ergenimiz dikkat çekmekten mutlu, tozu dumana katarak uzaklaştı. Herkesler onu fark etmişti, kısa bir an da olsa. Rahatsız edebileceği hasta, yaşlı, çocuk olup olmaması, gürültünün insan bedenine verdiği hasara yaptığı katkı, hoşnutsuz bakışlar hiç önemli değildi. İçinde belli ki çok büyük bir boşluk vardı ve ancak bu oranda bir sesle kapanacağı umudundaydı.
Kronolojik yaşı büyümüş ama kendi içinde olmamışlıkları her yandan ortaya çıkan bu kişilere her yerde rastlamak mümkündü. İşyerinde, insani bir hal hatır sorma esnasında lafı bir şekilde ne kadar da akıllı-başarılı-bilgili vb. vs. olduğuna getirip, uzun uzun anlatmaktan geri kalmayan arkadaş… Abartılı görünüşü ve geçici nesnelere sahipliği ile kendinin ne kadar önemli olduğunu size sergilemeye çalışan arkadaş... Önce ve mümkünse hep “BEN” diyen tutumlarıyla, bencilliği ile birlikte yaşamı zorlaştıran arkadaş… Daha birçokları... Onlar da farklı şekillerde de olsa motosikletli arkadaşla aynı şeyi yapıyorlardı.Kendi iç boşluklarını,imajlar, nesneler, görüntüler ve seslerle kapatıp sizden ne kadar onay alırlarsa ancak o oranda kendilerini onaylayabiliyorlardı. “Beni duyun, beni görün, beni önemseyin, beni fark edin, ben önemliyim, ben, ben, ben…” Oysa insan, kendi içini doldurmadan, kendisini anlamayı, kendisini sevmeyi, kendini değerlerle donatmayı, kendini oldurmayı başarmadan, tüm bu çabalar boşunaydı. Hiçbir imaj bu boşluğu kapatamazdı.
Yıllar önce yurt dışındaki bir mimarlık fakültesi hocasından Feng Shui dersleri almıştım. Konu ile ilgili bulabildiğim tüm kitapları okumuştum eğitimden önce.(Tabi eğitim sırasında okuduğum kitapların gerçek bilgi ile alakasız olduğunu anlamam uzun sürmedi.) Seminerde çok etkilendiğim konulardan birisi “merkez” fikriydi. Şehirlerin mimarisini incelerken Hocanın söylediği bir söz derinden etkiledi beni; “Kadim uygarlıklar kendileri için en kıymetli, kutsal veya değerli bulduklarını şehrin merkezine koyarlar. Şehri onun etrafına inşa ederler” demişti. Seminerler boyunca da MERKEZ fikrini defalarca vurguladı. Antik şehirlerde merkezlerde Agoralar vardı, insanlar toplanıp düşüncelerden bahsederlerdi. Ya da zamansız değerlerle simgeledikleri kutsal alanları göz önünde tutmak ve her tutumlarına ona göre yön vermek değerliydi... Bizim şehirlerimizin merkezinde ne var?
Bizler, alış-verişi koyduk şehirlerimizin merkezine. Çok sayıda AVM’ler varlar artık tüm yerleşim yerlerimizde. Tüketmek bizim merkezimizde. İnsanlar da şehirler gibidir, merkeze ihtiyacı var. Peki, kendi merkezimizde ne var? Ne kadar tüketirsek o kadar var sanıyoruz kendimizi; ne kadar çok ses, imaj, şekil… Ne kadar çok sahip olursak şeylere o kadar dolu olur sanıyoruz içimizi. Oysa dolmuyor, o boşluk, eşyaları-unvanları-insanları-ilişkileri tüketerek, kapanmıyor. Her birimizin kendi merkezinde ne var??? Hangi değerler veya öncelikler belirliyor hayat yolumuzu. Bizim için merkezimizde, olmazsa olmaz ve tüm tutumlarımıza yön veren ne var? En kritik anda vazgeçemeyeceğimiz, önemsediğimiz, yaşamımızı anlamlı kılan nedir? Kendi adımıza bu soruya verdiğimiz yanıt yaşamımızı sağlam bir temel üzerine, güçlü bir inşa yapıp yapmadığımızı, ya da geçici ve değişken şeylerle oyalanarak, kendi iç boşluğumuzun-olgunluk eksikliğimizin farkında olup olmadığımızı belirliyor olacak. Eğer kendi içimize bakma, kendimize sorma, gerekeni yapma cesaretini gösterir isek! Sahi senin merkezinde ne var?
Facebook Yorum
Yorum Yazın