Çocukluk zamanlarımı hatırlıyorum. Evin kapısının bile kilitlenmeden uyunabildiği, insanların birbirine güvendiği, desteklediği paylaşmayı ve vermeyi bildiği samimi zamanları… Bir araya gelip kışlık hazırlıklarını kimi zaman muzip şakalarla, kimi zaman sesi güzel olana eşlik ederek şarkı söyleyerek yardımlaşan aydınlık gülüşlü, şefkatli, kadınları hatırlıyorum. Güçlü ve cömert bir şekilde arka çıkan, düşeni kaldıran, koruyan merhametli erkekleri hatırlıyorum. Çocuk gözlerimin ardında vermenin, paylaşmanın, sevginin doğal akışını izlediğim zamanlardı onlar. Şimdilerde gördüğüm her bencil tutumda, özlemini duyduğum.
Ne zaman oldu bilmiyorum. Sanki bir sabah uyandık ve herkes güvenliğini sağlamak için çelik kapılar, kameralar ve birçok şey yaptırıvermişti kapısına. Sıkı sıkı kapattığı kapılar gibi kalbini, aklını ve ellerini de kapatmıştı insan başkalarına. Ne bilgiyi, ne tecrübeyi, ne sevgiyi paylaşmayı önemser olmuştu. Her şeyin en çoğu, en güzeli, en önce ve hep benim olsundu. Anneler de değişmişti: “Elindekini arkadaşlarınla paylaş. ” diyenlerin yerine “Kimseye bir şeyini verme.” Diyen anneler gelmişti. Kendinden başkasını düşünemeyen yetişkinlere dönüşmüştü o çocuklar büyüdükçe. Kendimizi dar alanlara kapatıp, paylaşmaktan ve vermekten yoksun bıraktıkça kendimize yabancılaşmamızın yanı sıra bencilliğimizi de mutsuzluğumuzu da büyütmüştük farkına varmadan… Unutmuştuk artık: vermek ve paylaşmaktır bir yaşamı ömür yapan.
Bir konferansım esnasında sormuştum: “ Bencilliğin zıddı nedir?”Koca salonda yanıt veren bir kişinin çıkmamış olmasını üzüntüyle izlemiştim. Unuttuk diğerkâm olmayı. Başkası ile paylaşmayı, bizde fazla diye değil de yanımızdakileri güçlendirmek ve büyütmek için bizde olanın en iyisini sunmayı. Bir gün isteyecek yüzüm olsun benim de ona işim düşebilir hesabına girmeden, beklemeden ve doğru olanı bu olduğu için paylaşmayı unuttuk. Verebilmenin kalbimizde incelik ve merhamet geliştirdiğini, arındırdığını, yenilediğini, tüm varlıklarla aramızda sevgi dolu ağlar oluşturduğunu, dünyayı güzelleştirdiğimiz oranda kendimizi de güzelleştirdiğini unuttuk.
“Cennetin Krallığı” filmini izleyenler, dövdüğü demirler gibi ateşli gözleri olan genç demirci ustasını hatırlarlar. “Dünyayı daha iyi yapmayan insan, insan değildir!” yazmıştı ocağının başına. Dünyayı daha iyi yapabilmek, insana dönüşebilmek için açık kalplere ve ellere ihtiyacımız var. Verebilmek sadece maddi şeylerle ilgili değildir. Her birimiz bir başkasına sunabilecek, paylaşabilecek iç zenginliğe sahibiz. Yeter ki vermeyi bilelim, vermeyi isteyelim. Bazen müşfik bir gülümseme, sevgi dolu bir dokunuş, yargılamadan dinlemeyi bilmek, acıya sessizce eşlik etmek, ihtiyacın olduğunda yanındayım demek, mutluluğu ve üzüntüyü paylaşabilmek, düşeni kaldırmak, küçük incelikler yapmak; ferah yeşil huzurlu bir pencere açar karşımızdakinin ruhunda. Dünya cömert bir aynadır senin sunduğunu çoğaltarak sana yansıtır. “Verebildiğin her şey senindir!” Başka dünyaları güzelleştirdiğin, iyileştirdiğin oranda güzelleşir, iyileşir senin dünyan da.
Ne zaman oldu bilmiyorum. Sanki bir sabah uyandık ve herkes güvenliğini sağlamak için çelik kapılar, kameralar ve birçok şey yaptırıvermişti kapısına. Sıkı sıkı kapattığı kapılar gibi kalbini, aklını ve ellerini de kapatmıştı insan başkalarına. Ne bilgiyi, ne tecrübeyi, ne sevgiyi paylaşmayı önemser olmuştu. Her şeyin en çoğu, en güzeli, en önce ve hep benim olsundu. Anneler de değişmişti: “Elindekini arkadaşlarınla paylaş. ” diyenlerin yerine “Kimseye bir şeyini verme.” Diyen anneler gelmişti. Kendinden başkasını düşünemeyen yetişkinlere dönüşmüştü o çocuklar büyüdükçe. Kendimizi dar alanlara kapatıp, paylaşmaktan ve vermekten yoksun bıraktıkça kendimize yabancılaşmamızın yanı sıra bencilliğimizi de mutsuzluğumuzu da büyütmüştük farkına varmadan… Unutmuştuk artık: vermek ve paylaşmaktır bir yaşamı ömür yapan.
Bir konferansım esnasında sormuştum: “ Bencilliğin zıddı nedir?”Koca salonda yanıt veren bir kişinin çıkmamış olmasını üzüntüyle izlemiştim. Unuttuk diğerkâm olmayı. Başkası ile paylaşmayı, bizde fazla diye değil de yanımızdakileri güçlendirmek ve büyütmek için bizde olanın en iyisini sunmayı. Bir gün isteyecek yüzüm olsun benim de ona işim düşebilir hesabına girmeden, beklemeden ve doğru olanı bu olduğu için paylaşmayı unuttuk. Verebilmenin kalbimizde incelik ve merhamet geliştirdiğini, arındırdığını, yenilediğini, tüm varlıklarla aramızda sevgi dolu ağlar oluşturduğunu, dünyayı güzelleştirdiğimiz oranda kendimizi de güzelleştirdiğini unuttuk.
“Cennetin Krallığı” filmini izleyenler, dövdüğü demirler gibi ateşli gözleri olan genç demirci ustasını hatırlarlar. “Dünyayı daha iyi yapmayan insan, insan değildir!” yazmıştı ocağının başına. Dünyayı daha iyi yapabilmek, insana dönüşebilmek için açık kalplere ve ellere ihtiyacımız var. Verebilmek sadece maddi şeylerle ilgili değildir. Her birimiz bir başkasına sunabilecek, paylaşabilecek iç zenginliğe sahibiz. Yeter ki vermeyi bilelim, vermeyi isteyelim. Bazen müşfik bir gülümseme, sevgi dolu bir dokunuş, yargılamadan dinlemeyi bilmek, acıya sessizce eşlik etmek, ihtiyacın olduğunda yanındayım demek, mutluluğu ve üzüntüyü paylaşabilmek, düşeni kaldırmak, küçük incelikler yapmak; ferah yeşil huzurlu bir pencere açar karşımızdakinin ruhunda. Dünya cömert bir aynadır senin sunduğunu çoğaltarak sana yansıtır. “Verebildiğin her şey senindir!” Başka dünyaları güzelleştirdiğin, iyileştirdiğin oranda güzelleşir, iyileşir senin dünyan da.
Facebook Yorum
Yorum Yazın