Bir çiçek hiç acele etmez ama durmaz da. An be an açar taç yapraklarını, olgunlaşır, salınır sonra an be an solar dalında ve vedalaşır. Yaşam çarkı ne acele eder, ne de geç kalır. Ne de bir ayrıntı atlanır devinen doğasında. Hayatın durduğu tek bir saniye yoktur. Hayat döngüsünde her an kendine özgü, her an muhteşem, olağanüstü bir sanat eseri gibi özgün akar her parçasında. Bizi arkadan ittiren hız, “An” ı opak bir camın arkasında izlettirir. Geçip gider yaşam nehri ve biz sürükleniriz çoğunlukla onun akışında. Tüm bu ihtişamı duyumsayamadan. Ruhumuz geride kalır. Birçok önemli ayrıntı yitip gider ardımızda.
Bize yanlış öğrettiler ve biz sorgulamayı hiç bilemeden tapındık “hız olmalı” her şeyin doğasında ve “Hızlı olan iyidir” masalına kandık ta en başta. Nereye yetişecektik? Neye yetişecektik ki sonunda? Start verilmiş atlar gibi koştuk soluk soluğa… Vaktimiz kalmamıştı ne dışarı, ne içeri bakmaya. Duyumsayamadan, anlayamadan yorgun düşürüldüğümüz gün sonlarında yığılıp, sızıp kaldık bir kanepenin ucunda. Arada bir ışık yanıp sönüyordu. Bazı küçük pırıltılar geçiyordu uykuya bir kala bakışlarda; “Senin gerçekleştirmek üzere doğduğun hayalin benim, seni bekliyorum, ne zaman elimden tutacaksın” diyen. Sonra diyorduk sonra, vaktim yetince, bana dayatılan şu köşe dönülünce, istenen şu hedefe erişince, zorunlulukların sonu gelince, yakamı kurtarıp özgürleşince… Ve daha da silikleşiyordu ses, ertesi gün o hayale verecek bir an’lık can suyu koymadığımızda. “ Biz” olan hayalimiz soluklaşırken, ona verecek gücümüz de eriyordu akan zamanın avuçlarında.
Ne düşüneceğimiz, ne zaman- nasıl davranacağımız, nasıl seveceğimiz, nasıl üzüleceğimiz, neye sevineceğimiz, nasıl yürüyüp, nerde duracağımız, nasıl görmeyeceğimiz, nasıl duymayacağımız, nereye dokunmayacağımız, her şey, her şey sıralı, belirlenmişti nasıl olsa. Ötesini aramaya ne gerek vardı? Başı sonu belli olan hikâyede, size ayrılmış belirlenmiş bir boşlukta var olmak içindi yaşamınız nasılsa. İşlem tamam, sistem devamdı.
Bazı zamanlar akıl edip de aynaya baktığımızda, yılların bıraktığı ize irkiliyorduk, yalnızca birkaç dakika. Ve biraz sonra, bizi kendimizden çekip alan bir zorunluluk daha çağırıncaya kadar sürüyordu bu minik ayma. Gün geçtikçe yabancılaşıyorduk, gün geçtikçe içimiz boşaltılıyordu ve yağmalanıyorduk, en iyisini yaptığımıza ikna edildiğimiz seçimlerin ardında. Herkesten biri, herhangi biri oluyorduk içimizdeki rengi dışarı çıkaramadığımızda. Herhangi biri olmadığımıza ikna etmek için de sunacak şeyleri vardı elbet. Kendimizi ayrıcalıklı ve özel hissettirmek için… Sıradan olan ve özelmiş gibi sunulan renkli paketler tarafından sinsice kuşatılmıştık. Oysa dokunduğumuzda griye dönüyordu her şey. Balonu sönmüş bayram çocuğu gibi solmuş, kederli, suskun, kısılıp kalıyorduk, bir kenarda. Ne bize sunulan bize özeldi, ne biz, ancak böyle inandırılmıştık hepimiz.
Oysa şimdi bir umut var. Kaybedileni yerine koymak, yenilenmek için. Karanlık zamanların içinde yatan bir şifa var. Gerçek anlamda doğmak ve yaşamak için. Bir dağı geçmek üzere yola çıkanlar bilirler. Köylü yürüyüşü diye bir şey vardır. Her şey küçük bir adımı takip eden küçük bir adımı daha atmakla olur. Yolu hızla bir nefeste aşmak isteyen tıkanıp kasılıp kalır daha en başta. Adım adım, birer birer en zor patikalar aşılır, en uzun hedeflere varılır. Durmak zorunda kaldığın bu zamanda, hayatın sana sunduğu bir lütuf olarak al bu duruşunu. Yol boyunca hıza teslim ettiğin neyi bıraktın, hangi renklerin, hangi hayallerin yitip gitti bu koşturmada. Geriye dönüp onu al yanına. Köylü yürüyüşü gibi yavaş yavaş, adım adım yaklaş içindeki “SEN” olana. Yeniden can suyu ver ona ve hiç olmadığın kadar renkli, hiç olmadığın kadar coşkulu ve tam ve bütün ve birlik içinde “SEN” olarak parla. Mükemmel olmak zorunda değil, hepsini bir solukta yapmak, koşmak zorunda değilsin. Azat et kendini tüm –meli, -malı eklerinden, dilek şart kiplerinden. Sessiz ve yavaşça sesleniyor, olmak için doğduğun sen. Haydi, şimdi tut elinden ve OL, Kendin ol, mutlu ol ve yaşa.
Emel Eva Tokuyan
Facebook Yorum
Yorum Yazın