Acı çekiyoruz: Kolektif olarak kaygan bir zeminde duruşumuzun yanı sıra, insan varlığı olarak en temel ihtiyaçlarımızın karşılığını bulamayışından. Acı çekiyoruz; Kendi var oluşumuzu gerçekleştirememekten, tüm varlığımızla çiçek açacak uygun toprağı bulamayışımızdan. Kalplerimizi koşulsuz ve parlak bir sevgi ile dolduramayışımızdan, Zihnimizi, ayaklarımızı yere sağlam bastıracak zamansız gerçekler yerine, korku, güvensizlik, değersizlik temelli yanlış fikirlere konak yaptığımızdan. Acı çekiyoruz, içimizde tıka basa doldurduğumuz muhatabına ulaşamayan sorulardan…
Hayatın rutin gereklilikleri acımızın üzerini örtmemiz, yüzleşmekten kaçınmamız için kendimizi ikna ettiğimiz bahaneler sunuyor bize. En dipte, kendimizle baş başa kaldığımız minicik devasa anlarda biliyoruz; tüm sıraladığımız “gerçekçi, önemli, sağlam” nedenlerimizin kendimizden kaçışın ve korkumuzun kılıfı olduğunu. Kendimize ördüğümüz kişisel acılarımızdan oluşan parmaklıklardan kaçış, hem bir yol haritası, hem cesaret, hem güç istediğinden; genel kabul görmüş “her şey yolunda-y-mış” giysimizi dikkatle giyinip, tüm acımızı, korkumuzu, sevgisizliğimizi, güvensizliğimizi, bize acı veren tüm yanlış önermelerimizi kabuğumuzun altına özenle saklayıp, adım atıyoruz bir güne daha.
Oysa hayatın planı her birimizin büyümesi, anlaması, sevmesi ve kişisel armağanını diğerleri ile paylaşması üzerine kurulu. Kendimizi gerçekleştirmemiz, irademizi elimize almamız ve iç özgürlüğümüzü açığa çıkarmamız için kaçamayacağımız bir noktaya ustalıkla koyarak ve kişisel dönüşümümüzü gerçekleştirmek üzere sayısız fırsatlar elinde her köşede bekliyor bizi hayat.
Evet, biliyorum biliyorum. Kişisel hapishanemizden kaçardık elbette ama bizim elimizde değildi. Dışarıda pek çok suçlu var: Annemiz, babamız, kardeşlerimiz gibi en yakından başlayarak halaya girmiş çevre örüntümüzü oluşturan birçok insan. Ayrıca şartlar, koşullar, imkânlar vs. vs. Bizim dışımızdaki herkesi ve her şeyi yeterince suçlayıp yorgun düştüğümüzde de ikinci sırada aynı suçlamaları, öfkeyi kendimize yöneltip, kendimizi kınayıp, suçlayıp kızarak, aynı kısır döngüyü devam ettirmek var bir de. Ne dışarıda suçlayacak bir düşman var ne de içeride. Bilge kişinin dediği gibi: “Birbirimizin dostu değiliz, birbirimizin düşmanı değiliz. Birbirimizin hocasıyız.” Hayat bize karşı değil. Bize rağmen bizimle. Herkes ve her şey olması gerektiği gibi bize öğretmek ve ait olduğumuz yere ilerlememizi sağlamak, kendimizi değiştirmek, dönüştürmek ve üzerimizdeki çamuru atarak parlamamız için birer hoca. Bize farklı kişiler, durumlar ve olaylar aracılığı ile dokunarak dönüştürmemiz gereken yeri şefkatle gösteren birer hoca. Kimse suçlu değil, kimse dost değil, kimse düşman değil. Bırakmamız gereken tutumları, yanlış inanışlarımızı, olduğumuz yerde saymamak için tutunduklarımızı bırakmamızı isteyen yolumuza doğru birer basamak birer müttefik sadece. Gereğini yaptığımızda işleri bitmiş olduğu için zaten orada olmayacaklar artık. Bu temel bir hayat yasasıdır. Basamaklara ya da anlamadığımız bir şekilde de olsa bize, bize giden yolu hazırlayana kızmanın, bir anlamı yok. Burada gereğinden fazla vakit harcamanın da…
Geçtiğimiz günlerde 2017 yapımı “Kral Arthur; Kılıç Efsanesi” filmini izlemiştim. Orjinal hikayeden farklı bir versiyon kuşkusuz. Ancak birçok mitte* karşımıza çıkan kahramanın zorlukların içinde büyümesi (Hem ruh hem fizik olarak) kendi kaderinden kaçmaya çalışması, yüzleşmekten korkması ve misyonunu anlayarak üstlenmesi gibi klasik basamakları takip eden bir film. Meraklılar izleyebilir dilerse… Sonlara yakın Kral Arthur ve amcası Vortıgern ile kaçınılmaz karşılaşmasında Kral Arthur, birçok kötülük yapmış amcası son nefesini vermeden hemen önce gerçek bir minnet ve şükran duygusu ile teşekkür ediyor ve elini öperek “Beni sen yarattın, sana minnettarım” diyor. Bu kısa an aslında hayatlarımızın bir anlamda asıl hikâyesi gibi duruyor. Yağmur herkese yağar, herkes ıslanır. Zorluklar ve aşamayacağımızı düşündüğümüz kişisel döngüler de hepimizin içindir… Her birimizin içinde onu aşmak için armağanlar da vardır. Soru şu: Acıyla yüzleşerek, mesajını anlayarak, işaret ettiği yönü kabul ederek, acının içinden geçme cesaretini gösterip, dönüşecek miyiz? Yoksa kendi varlığımızı onurlandırmayı erteleyecek miyiz?
Emel Eva Tokuyan
*Kahramanın Sonsuz Yolculuğu, Joseph Campbell muhteşem bir kitaptır, öneririm
Harika ❤